15 Ekim 2000
Hakkari...
Çoook
, çok eskiden, pire berber, deve tellal iken , yeryüzüyle
gökyüzü daha birbirinden yeni ayrılmış iken , okyanuslar köşelerine
çekilip kıtalara yer açmış iken , dünyanın bir ucundaki yüce
dağlar toplanıp bir araya gelmişler. Yüce dağlar günün birinde,
"yeter bunca zamandır durduğumuz , haydi yürüyelim" deyip,
yürüyüşe geçmişler... Yürümüşler, yürümüşler, yürümüşler...
Tanrı da yukarıdan dağları izlermiş. Önce bu işe pek ses çıkarmamış
, ama doğrusu bu ya, başlarına buyruk dağların bu yürüyüşünden
biraz da sıkılmaya başlamış... Dağlar tam Güneydoğu Anadolu'nun
bir ucuna geldiklerinde ... Bu yürüyüşe artık iyice öfkelenen
Tanrı , "Duuur!" diye emir vermiş. Ve dağlar, oldukları yerde
duruvermiş. İşte o gün bugün , dağların durduğu yer Hakkari'ymiş.
Bu
öyküyü Hakkari'de duymuştum. !988 yılındaydı. Saddam'ın bombalarından,
ilkel, gelişmiş ve kimyasal silahlarından kaçan , binlerce
, on binlerce, yüz binlerce insanın sınırı aşıp , Güneydoğuya
akın ettiği ve bizimkilerin onlara kucak açtığı sıcak günlerdeydi...
Aradan
on iki yıl geçmiş bile...
Sevgili
okurlar, siz bu yazıyı okuduğunuzda , ben yine Hakkari'de
olacağım... Ama bu kez kaçanların, kovalayanların peşinde
değil, çeşitli sanat etkinlikleri arasında "Hakkari- İstanbul
Köprüsü"ne bir tuğla koymaya çalışacağım.
Ve
şimdi, Van uçağını yakalamaya birkaç saat kala İstanbul'daki
odamda bu yazıyı yazarken bir yandan Hakkari'ye yeniden dönmenin
heyecanını yaşıyor, bir yandan da Hakkari anılarımı tazeliyorum.
Hatırladığım
en belirgin duygu korku. O zamanlar, kentte , herkes ama herkes
korkuyordu. Yaptıklarından, yapmadıklarından, söylediklerinden,
söylemediklerinden, düşündüklerinden, düşünemediklerinden
korkuyordu...
Hayır,
hayır, hatırladığım en belirgin duygu, suçluluk duygusu...
Sanki suçluymuşum duygusu... Çünkü sürekli "potansiyel suçlu"
muamelesi görüyordunuz. Zaten kent nüfusunun yarısından çoğu
asker ve polisti. Ve o sıralar Hakkari'de gazetecilik yapmak,
"anarşistlik" yapmak gibi bir şeydi... Zaten herkes , potansiyel
suçlu muamelesi görmekten, gerçek suçluya dönüşmekten korkuyordu...
Ne
Hakkari'ye tepeden bakan Sümbül Dağı, ne kenti kuşatan Vatan
Dağları ne orta yerdeki Baykalesi ne de yere bakan gönül yakan
Zap Suyu... Yüreğimin belleğinde yer eden en yüce varlık Hakkari'nin
çocuklarıydı.
Hakkari
sokaklarında çocuklar "tıp" oynuyordu.
Hani
ebe olan "Bir, iki,üç, tıp" der ve hızla arkasına döner. "Tıp"
deyince, herkes olduğu yerde donar kalır. Kıpırdayan, yerinde
duramayan, gülen yanar, oyundan çıkar... Hakkari'de çocuklar
"tıp"ı şöyle oynuyordu:
"Bir,
ki, üç, ölüm!"... "Bir , ki, üç, ölüm!"... "Bir, ki, üç, ölüm!"
Dedim ya, bunlar eskidendi. 1988'de... Hakkari 2000 izlenimleri
, önümüzdeki perşembeye.
X
Üç gün önceki "Kız Çocukları" başlıklı yazım üzerine bir çok
okur "Çağdaş Türkiye'nin Çağdaş Kızları" projesine katkıda
bulunmak istediğini belirtti. Ayrıntılı bilgiyi Çağdaş Yaşamı
Destekleme Derneği'nden ya da Mehmet Uçan'dan alabilirsiniz.(Tel:
0212. 233 22 38 ve 0532. 588 77 60.)
Aynı
yazı üzerine Halil Ceylan'ın Amerika'dan yolladığı bir özdeyişi
sizlerle paylaşmak istiyorum. Rudy Manidan imzalı deyişi İngilizceden
çeviriyorum: "Eğer bir erkeği eğitirseniz, bir insanı eğitmiş
olursunuz ; ama bir kadını eğitirseniz , bir ulusu eğitmiş
olursunuz. "
|